Netflix’ten 100 Meters: Varoluşsal Hız

Varoluşun on saniyeye indirgenmesi

100 Meters
Jun Satō

Atletik çabaların büyük hesabında, 100 metre koşusu korkutucu bir sadelik arz eder. Yorgunluk ve toparlanma gibi anlatısal yaylara izin veren maratonun veya kolektif stratejinin karmaşık etkileşimine dayanan takım sporlarının aksine, sprint, biyolojik gerçeğin tekil ve şiddetli bir dışavurumudur. Bu ikili bir olaydır: Ya hızlısınızdır ya da değilsinizdir. Bugün Netflix’te gösterime giren yeni animasyon filmi 100 Meters’da (stilize edilmiş adıyla Hyakuemu), yönetmen Kenji Iwaisawa bu acımasız indirgemeciliği klinik, neredeyse mesafeli bir hassasiyetle sorguluyor. Uoto’nun ilk mangasından uyarlanan film, geleneksel spor dramasını duygusal tortularından arındırarak çıplak bir ontolojik soruyu açığa çıkarıyor: Bir insanın tüm değeri saniyenin kesirleriyle ölçüldüğünde, insan ruhundan geriye ne kalır?

Yapım, zaferin bir kutlaması olarak değil, rekabet etme dürtüsü üzerine bir meditasyon olarak karşımıza çıkıyor. Koşu pistini bir şöhret stadyumu olarak değil, varoluşsal dehşetin bir potası olarak konumlandırıyor. Ana karakter Togashi, anlatının başlarında “neredeyse her şeyin 100 metreyi herkesten daha hızlı koşarak çözülebileceğini” iddia ediyor. Bir harika çocuğun tüyler ürpertici özgüveniyle dile getirilen bu ifade, filmin temel çatışmasını çerçeveliyor. Bu, sosyal hiyerarşinin, kişisel değerin ve duygusal istikrarın, hızlı kasılan kas liflerinin acımasız verimliliğine bağlı olduğu bir dünya. Önceki çalışmalarıyla ifadesizliğe ve absürde olan eğilimini kanıtlayan Iwaisawa, burada kendine özgü vizyonunu, genellikle aşırı duygusal bir samimiyetle ele alınan bir konuya uyguluyor. Sonuç, fiziksel olarak ağır hissettiren bir animasyon eseri; izleyiciyi hızın ezici yerçekimini deneyimlemesi için asfalta çeken bir metin.

Bu makale, filmin yapım sürecini, anlatı mimarisini, teknik icrasını ve tematik yankılarını kapsamlı bir şekilde inceliyor. Eğlence gazeteciliğinde yaygın olan coşkulu abartılardan kaçınarak, Iwaisawa’nın yöntemlerini ve Uoto’nun felsefesini titizlikle mercek altına alıyor. Filmdeki rotoskop tekniği kullanımını, ses tasarımını ve karakter dinamiklerini analiz ederek, “spor animesi” türünün temellerine meydan okuyan ve bunun yerine takıntının kasvetli derecede gerçekçi bir portresini sunan bir eseri ortaya çıkarıyoruz.

Yaratıcının yörüngesi: Iwaisawa’nın punk evrimi

100 Meters‘ın teknik ve tona dair başarılarını tam olarak takdir etmek için filmi, Kenji Iwaisawa’nın kendine has kariyeri bağlamında değerlendirmek gerekir. İlk uzun metrajlı filmi On-Gaku: Our Sound, bağımsız animasyonda bir dönüm noktasıydı; yedi yılda asgari bir ekiple hayata geçirilen, ciladan ziyade ham ifadeyi önceleyen bir “punk” üretim ahlakıyla karakterize edilen bir projeydi. On-Gaku, rock and roll’u keşfeden lise serserilerinin hantal, kesik hareketlerini yakalamak için rotoskop (gerçek görüntülerin üzerinden çizim yapma) tekniğini kullanmıştı. Bu, akıcı hareket eksikliğinin şakanın kendisi olduğu bir uyuşukluk komedisiydi.

Iwaisawa, 100 Meters ile tekniği koruyor ancak niyeti tersine çeviriyor. Burada rotoskop, sıradanlığı tasvir etmek için değil, elit atletik performansın yüce aşırılığını yakalamak için kullanılıyor. Üretim bağlamı dramatik bir şekilde değişmiş durumda; ilk filmi bir gerilla sineması örneğiyken, 100 Meters güçlü bir yapım komitesi tarafından destekleniyor. Ancak kaynaklardaki bu artış, yönetmenin keskin köşelerini yumuşatmamış. Aksine, “el yapımı” estetiğini korkutucu bir yoğunluk seviyesine taşımasına izin vermiş. Film, MAPPA veya Ufotable gibi büyük stüdyoların cilalı, dijital olarak birleştirilmiş ürünlerine benzemiyor. Animatörlerin ellerinin fiziksel gerginliğini, koşucuların vücutlarının gerginliğiyle yansıtan titreşen, istikrarsız bir çizgi kalitesini koruyor.

Iwaisawa’nın bu projeyi seçmesi, kaynak materyalin “en alttakilere” odaklanmasına duyduğu hayranlıktan kaynaklanıyordu. Röportajlarda, her şeyini kaybeden ve arkadaşlığın büyüsüyle değil, “gerçek çaba” ile geri tırmanmak zorunda kalan bir kahramanın hikayesine çekildiğini belirtti. Sonucun parıltısından ziyade sürecin pürüzüne odaklanmak, Iwaisawa’yı bir yaratıcı (auteur) olarak tanımlayan şeydir. O, insan çabasının çirkin, hantal yönleriyle -tükürük, ter, kusmuk- ilgileniyor ve 100 Meters, bu takıntıya mükemmel şekilde uyan bir tuval sunuyor.

Stüdyo: Rock ‘n’ Roll Mountain’ın görsel manifestosu

Film, Tokyo anime endüstrisinin endüstriyel montaj hatlarından farklı bir felsefeyle çalışan Iwaisawa’nın kendi stüdyosu Rock ‘n’ Roll Mountain’da üretildi. Stüdyonun adı bile rock müziğin karşı kültür ruhuna bir bağlılığı, On-Gaku‘da somutlaşan ve 100 Meters‘ın isyankar görsel stilinde metaforik olarak mevcut olan bir temayı çağrıştırıyor.

Standart ticari animede “çizgi” bir sınırdır; karakter ile arka plan arasında temiz, vektör benzeri bir ayrımdır. Rock ‘n’ Roll Mountain’ın çalışmasında ise çizgi yaşayan bir şeydir. Titrer; kalınlaşır ve incelir; kırılır. Bu tekdüzelik eksikliği, kinetik bir sinirlilik hissi yaratır. 100 Meters bağlamında bu görsel istikrarsızlık hayati önem taşır. İzleyiciye, ekrandaki bedenlerin katı, değişmez nesneler olmadığını, kendi yapısal sınırlarına karşı koyan kırılgan biyolojik makineler olduğunu iletir. Togashi sprint attığında, dış hatları bulanıklaşır ve bozulur; bu da yüksek hızda meydana gelen algı bükülmesini görsel olarak temsil eder.

Karakterler rotoskoplu 2D figürler olsa da, ortamlar genellikle hiper-gerçekçi 3D arka planlar veya titizlikle işlenmiş planlar kullanır. Bu zıtlık sarsıcı bir etki yaratarak stilize edilmiş karakterleri kayıtsız ve somut hissettiren bir dünyaya sabitler. Pist, stadyum koltukları, yağmurla ıslanmış asfalt; bu unsurlar, karakterlerin onlara karşı mücadelesini dokunsal kılan fotografik bir katılığa sahiptir. Stüdyonun yaklaşımı, diğer yapımların aradığı kusursuz entegrasyondan kaçınır; bunun yerine karakter ve dünya arasındaki sürtünmeyi benimser ve bireyin boyun eğmez bir gerçekliğe karşı mücadelesi temasını güçlendirir.

Kaynak materyal: Uoto’nun entelektüel titizliği

Film, daha sonra Orb: On the Movements of the Earth ile önemli bir eleştirel ilgi toplayan yazar Uoto’nun Hyakuemu mangasının bir uyarlamasıdır. Uoto’nun eseri, derin bir entelektüel merak ve insan dramasını sistemler ve yasalar merceğinden görme eğilimi ile karakterize edilir. Orb‘da sistem gök mekaniğiydi; 100 Meters‘da ise biyomekaniktir.

Uoto’nun yazımı, geleneksel spor mangalarının “ateşli” (nekketsu) klişelerini reddeder. Gizli teknikler, güç artışı auraları veya sihirli şutlar yoktur. Sadece insan vücudunun fiziği vardır. Anlatı, 100 metre koşusunu bir oyun olarak değil, çözülmesi gereken bir problem olarak ele alır. Yasuyuki Muto tarafından senaryolaştırılan uyarlama, bu analitik mesafeyi koruyor. Diyaloglar genellikle seyrektir; karakterler açıklama (ekspozisyon) yoluyla değil, dereceleri ve formları aracılığıyla iletişim kurarlar. Konuştuklarında ise genellikle sporlarının ezici determinizmini dile getirmek içindir. Togashi, dünyanın çok basit bir kuralı olduğunu gözlemler: Hızlı olan haklıdır.

Bu felsefi sertlik, 100 Meters‘ı emsallerinden ayırır. Bu, yeteneğin acımasızlığı hakkında bir hikayedir. Birçok anlatıda çok çalışmak en büyük eşitleyicidir. Uoto’nun evreni ise çok çalışmanın arenaya girmek için sadece temel gereklilik olduğunu öne sürer; hayatta kalmayı, hele ki zaferi garanti etmez. Film, biyolojik eşitsizlik karşısında çabanın “anlamsızlığını” araştırır; bu, Shonen Jump kanonundan ziyade 20. yüzyılın varoluşçu edebiyatıyla yankılanan bir temadır.

Teknik estetik: Bir hakikat anlatıcısı olarak rotoskop

100 Meters için rotoskop kullanma kararı, filmin en önemli yaratıcı kumarı ve en büyük zaferidir. Tarihsel olarak animede rotoskop kullanımı -en belirgin olarak Aku no Hana‘da- geleneksel animasyonun idealize edilmiş soyutlamasına alışkın izleyicilerin direnciyle karşılaşmıştır. Teknik genellikle, hareketlerin stilize edilmiş yüzler için fazla gerçekçi göründüğü “tekinsiz vadiye” (uncanny valley) düşer. Ancak Iwaisawa, bu tekinsizliği bir silaha dönüştürüyor.

Geleneksel animasyonda karakterler genellikle ağırlıksız bir zarafetle hareket eder. Yerçekimi bir yasa değil, bir öneridir. 100 Meters‘da ise yerçekimi düşmandır. Rotoskoplu animasyon, koşmanın ağır, meşakkatli gerçekliğini yakalar. Topuk vuruşunu, kaval kemiğinden yukarı çıkan şok dalgasını, omurganın sıkışmasını görürüz. Atletlerin takozlara yaklaşırkenki o garip sürüklenişlerini, uzuvlarının sinirli titremesini görürüz. Bu “hümanist hamlık”, izleyicinin görüntüleri pasif bir şekilde tüketmesini engeller. Hareket rahatsız edicidir; mücadele gibi görünür. Bu, doğal zarafetten yoksun olan ve vücudunu saf iradeyle itaat etmeye zorlaması gereken bir koşucu olan Komiya’nın karakter yayıyla mükemmel bir uyum içindedir.

Film eleştirileri, mecra için bir zirve noktası olarak belirli bir sekans üzerinde birleşmiştir: filmin sonuna doğru sağanak yağmur altında yapılan bir yarış. Iwaisawa bu sekansı, kurgu olmadan takozlardan bitiş çizgisine kadar koşucuları takip eden kesintisiz bir çekim olan “tek plan pan” olarak canlandırdı. Karmaşık bir parçacık simülasyonunun (yağmur) ortasında birden fazla hareketli figürle sürekli bir panı rotoskoplamanın teknik karmaşıklığı muazzamdır.

Yağmur, şeffaf damlacıklar olarak değil, kadrajı yutan gri darbeler silsilesi olarak işlenir. Koşucuların bireysel özelliklerini siler, onları bir tufana karşı mücadele eden silüetlere indirger. Bu görsel soyutlama anlatısal bir işlev görür: O anda rekabet kişisel olanı aşar ve elementsel hale gelir. Ses tasarımı devreden çıkar, dünya pistin gri tüneline daralır ve animasyon, topyekun eforun “spiritüel zirvesini” yakalar. Bu, animasyon mecrasını haklı çıkaran, canlı çekimin (live-action) kopyalayamayacağı öznel bir gerçekliği tasvir eden bir sekanstır.

Hız çizgileri kullanmadan hız nasıl canlandırılır? Iwaisawa bunu vücudun ve çevrenin bozulmasına odaklanarak çözer. Koşucular hızlandıkça arka plan sadece bulanıklaşmaz; sanki mekanın kendisi onların hızıyla sıkışıyormuş gibi bükülür. Keisuke Kojima tarafından denetlenen karakter tasarımları, bu bozulmaya izin veren bir gevşekliği korur. Yüzler uzar, uzuvlar gerilir ve çizgi çalışması çılgınlaşır. Bu yaklaşım, sprintin şiddetini -vücudun ilerlemek için kendini parçaladığı hissini- aktarır.

Anlatı mimarisi: Yetenek ve çabanın diyalektiği

100 Meters‘ın anlatı yapısı iki arketipin çarpışması üzerine kuruludur: Doğal yetenek Togashi ve çabalayan Komiya. Bu ikilik türün temel bir unsurudur, ancak Iwaisawa ve Uoto beklenen ahlaki çerçeveyi parçalar.

Togashi filme denemeden kazanan bir çocuk olarak başlar. Koşmak için doğduğunu, gururla değil, olgusal bir tarafsızlıkla belirtir. Togashi için hız, gözlerinin rengi gibi kazanılmamış bir niteliktir. Mücadele etmek zorunda olmadığı için, koşmak adına bir “neden” geliştirmez. Koşar çünkü bu en az direnç gösteren yoldur. Bu sürtünme eksikliği boş bir varoluşa yol açar. Sonunda bir sınırla karşılaştığında, başarısızlığı göğüsleyecek psikolojik altyapıya sahip değildir. Film, yeteneği bir lütuf olarak değil, bir tuzak olarak resmeder. Togashi’yi izole eder, onu çabalamanın ortak insani deneyiminden ayırır. Onun yayı, kazanamayabileceği bir yarışta anlam bulmayı öğrenmek üzerinedir; bu, tipik “kazanan zihniyetinin” bir altüst oluşudur.

Komiya ise antitezdir. Yeteneği yoktur, tekniği yoktur ve ayakkabıları eskimiştir. Günlük hayatının sefaletinden kaçmak, sınıfın karmaşık sosyal kurallarının geçerli olmadığı bir alan bulmak için koşar. Hiçbir şeyi olmadığını, bu yüzden koştuğunu itiraf eder. Komiya için pist, objektif gerçeğin sığınağıdır. Saat onun fakir veya beceriksiz olmasıyla ilgilenmez. Bu çaresizlik, Togashi’nin önce alay ettiği, sonra acıdığı ve sonunda korktuğu bir takıntıyı besler. Komiya’nın yolculuğu, acıdan başka bir şey olmayan bir benlik inşa etme yolculuğudur. Film bunu romantize etmez; Komiya’nın antrenmanı çirkin ve kendine zarar vericidir. Yine de ona bir amaç verir. İkisi arasındaki dinamik parazitik ve simbiyotiktir; Togashi, Komiya’ya koşmayı öğretir ve bunu yaparken kendi rehavetini yok edecek rakibi yaratır.

Film yılları kapsar, ikiliyi ilkokuldan yetişkinliğe kadar takip eder. Bu zamansal kapsam, rekabetlerinin nasıl evrildiğine dair nüanslı bir keşfe izin verir. Sürekli yoldaş değillerdir; ayrılırlar, farklı hayatlar yaşarlar ve pistte tekrar çarpışırlar. Film, 100 metrenin paylaşılan travmasıyla birbirine bağlanan, birbirini gerçekten anlayan tek iki kişinin onlar olduğunu öne sürer. İlişkileri, spor animeleri hayranlığında sıklıkla bulunan homoerotik alt metinden arındırılmış, yerini daha soğuk, daha varoluşsal bir tanıma bırakmıştır. Onlar birbirinin boşluğunu yansıtan aynalardır.

İşitsel mimari: Nefesin ve kemiğin sesi

100 Meters‘ın işitsel manzarası, görsel stili kadar yalın ve kasıtlıdır. Hiroaki Tsutsumi tarafından bestelenen müzik, sinemada atletik başarılara tipik olarak eşlik eden orkestral ihtişamdan kaçınır. Bunun yerine Tsutsumi, izolasyonu vurgulayan elektronik, ambient bir palet kullanır.

Jujutsu Kaisen ve Dr. Stone üzerine çalışmalarıyla tanınan Hiroaki Tsutsumi, burada farklı bir mod benimsiyor. Parça listesi “Pressure” (Baskı), “Phantom Run” (Hayalet Koşu), “Yips” ve “Trial and Error” (Deneme Yanılma) gibi başlıklar içeriyor. Bu başlıklar, yarışın dışsal dramasından ziyade atletin içsel psikolojik durumuna odaklanıldığını gösteriyor. Müzik, “hafif ama melankoli sancıları taşıyan” bir yapıda tarif ediliyor. Sprinterin yalnızlığının altını çiziyor. “Starts to Rain” (yaklaşık 4 dakika uzunluğunda) gibi parçalar muhtemelen o kritik doruk sekansına eşlik ederek görsel yoğunluğa denk bir ses duvarı örüyor. Elektronik unsurların kullanımı, filmi sporun modern, endüstriyel doğasıyla hizalıyor: Sentetik pist, dijital saat, biyomekanik vücut.

Ses tasarımı fizikselliği önceliklendirir. Ayakların yere hızlı bir hassasiyetle çarpışını, tükenmiş koşucuların hırıltılı nefeslerini, ayak bileklerinin silkelenmesini duyarız. Birçok sahnede müzik tamamen kesilir, geriye sadece rüzgarın ve nefesin sesi kalır. Sessizliğin bu kullanımı Iwaisawa’nın yönetmenliğinin bir imzasıdır. Gerilim yaratır. Başlangıç tabancasından önceki sessizlik sağır edicidir, odadaki havayı emen bir vakumdur. Silah patladığında, sesin patlaması izleyici için fiziksel bir boşalma görevi görür. Yağmur altındaki rekabet, sağanağın beyaz gürültüsünü kullanarak koşucuları dünyanın geri kalanından izole eden sonik bir koza yaratır.

Seslendirme: Doğalcı bir yaklaşım

Filmin oyuncu kadrosu, melodramdan ziyade nüans sunabilen aktörleri kullanarak yapımın gerçekçi tonunu yansıtıyor. Anlatısal roller, ses performansıyla keskin bir şekilde çiziliyor.

Tori Matsuzaka, yetişkin Togashi’yi seslendirerek, hayatı boyunca tek bir metrikle tanımlanmış, “düşüşle yüzleşen bir dahi”nin yorgunluğunu yakalıyor. Karakterin daha genç, “çabasız galip” evresi Atsumi Tanezaki tarafından seslendiriliyor ve kendine güvenen çocuktan sıkıntılı yetişkine geçişin hissedilir olmasını sağlıyor. Onun karşısında Shota Sometani, yetişkin Komiya’yı canlandırarak, rotoskoplu hareketle eşleşen sinirli, çılgın bir enerjiyle “takıntılı mazlumu” somutlaştırıyor. Aoi Yuki ise çocukluğundaki “çaresiz acemi” Komiya’yı seslendiriyor.

Merkezi rekabeti destekleyen, atletik ekosistemi ete kemiğe büründüren bir kadro var. Koki Uchiyama, “taktiksel gözlemci” Zaitsu’yu oynuyor ve Kenjiro Tsuda, “kıdemli varlık” Kaido’ya sesini veriyor. Rie Takahashi, “sosyal gerçekliğe köprü” görevi gören Asakusa’yı seslendirirken, Yuma Uchida “geleceğin dünya klasmanı standardını” temsil eden Kabaki’yi canlandırıyor.

Yönetim, karakterlerin iç düşüncelerini yüksek sesle dışsallaştırma eğilimi olan “anime bağırmasından” kaçınıyor. Bunun yerine karakterler mırıldanıyor, nefes alıyor ve sessizce acı çekiyor. Diyaloglar genellikle üst üste biniyor veya ortam gürültüsü tarafından yutuluyor, bu da belgesel hissini artırıyor.

Karşılaştırmalı analiz: Türün yapıbozumu

100 Meters, spor animesi tarihiyle diyalog halindedir ve kendini özellikle türün baskın klişelerine karşı konumlandırır.

Haikyuu!! gibi ana akım hitler takım dinamiğine, stratejiye ve “arkadaşlığın gücüne” odaklanır. Blue Lock egoizme odaklanır ancak bunu bir süper güç olarak ele alır. 100 Meters her ikisini de reddeder. 100 metre koşusunda takım yoktur. “Hızlı koş” dışında bir strateji yoktur. Film, sporun oyunlaştırılmasını (gamification) soyar. İstatistikler, güç seviyeleri, özel hareketler yoktur. Sadece saat vardır. Bu gerçekçilik, onu bir “spor animesinden” çok, bir pistte geçen bir dram haline getirir.

En sık yapılan karşılaştırma Masaaki Yuasa’nın Ping Pong the Animation eseriyle olandır. Her iki film de kendine özgü bir animasyon, iki rakibe (biri yetenekli/tembel, biri yeteneksiz/takıntılı) odaklanma ve elektronik bir film müziği içerir. Ancak Ping Pong nihayetinde oyun eyleminde bir tür Zen neşesini kucaklarken, 100 Meters kararsız kalır. Togashi ve Komiya aydınlanmayı bulmazlar; sadece bir sonraki yarışı bulurlar. Film, “kahramanın” asla gelmediğini; sadece koşucunun ve kendi vücudunun sınırının var olduğunu öne sürer. 100 Meters, Yuasa’nın başyapıtının daha karanlık, daha kinik kardeşidir.

Tematik derinlik: Neden koşuyoruz?

Filmin temel sorusu “Neden?”dir. Neden on saniye süren bir mesafeyi koşmaya bir ömür adanır? Neden büyük ölçüde genetik tarafından belirlenen bir sonuç için antrenman ıstırabı çekilir?

Film, koşmanın kaotik bir evrene düzen getirme girişimi olduğunu öne sürer. Hayatı tek bir kulvara ve tek bir hedefe indirgeyerek koşucular geçici bir anlam yaratırlar. Ancak bu anlam kırılgandır. Yarış bittiği anda hayatın karmaşıklığı geri döner. Karakterlerin içinde bulunduğu varoluşsal bataklık budur. Boşluktan kaçmak için koşarlar, ancak bitiş çizgisi boşluğun sadece bir başka kenarıdır.

Kasvetine rağmen film, sporun aşkın gücünü kabul eder. Sprint animasyonunda yakalanan “spiritüel zirve”, o on saniye boyunca koşucunun saf bir oluş halinde var olduğunu gösterir. Sosyal rollerinden, geçmişlerinden ve geleceklerinden özgürleşirler. Onlar sadece harekettir. Film, ona ulaşmanın bedelini sorgularken bile bu duruma saygı duyar. Koşmanın hayatın sınavlarını nasıl temsil ettiğine dair meditatif bir bakıştır.

Sonuç: Son etap

100 Meters talepkar bir eserdir. Altın madalyanın kolay katarsisini sunmayı reddeder. İzleyiciden mücadelenin kendisinde, son hızdaki yüzün grotesk bozulmasında, bir yenilgiden sonra soyunma odasının sessizliğinde güzellik bulmasını ister. Kenji Iwaisawa, mevcut animasyon manzarasında tekil hissettiren bir film yarattı; spor filmi kılığına girmiş bir “punk” sanat filmi. Rock ‘n’ Roll Mountain deneyini doğruluyor ve rotoskopun geleneksel animasyonun yapamayacağı bir gerçeği, insan vücudunun ağırlığını ve insan ruhunun yükünü iletebileceğini kanıtlıyor.

Film, animasyonun sınırsız olanaklarına dair bir kanıttır. Düz bir çizgide koşan iki adam hakkındaki bir hikayenin hırs, başarısızlık ve kurtuluşun tüm spektrumunu kapsayabileceğini iddia eder. Hızdan değil, eforun yoğunluğundan izleyiciyi nefessiz bırakan, maraton gibi hissettiren bir sprinttir bu.

Yayın bilgileri

100 Meters, bugünden itibaren Netflix üzerinden dünya genelinde izlenebilir.

Bu Makaleyi Paylaş
Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir